8 Ekim 2011 Cumartesi

İkiz Alev IV

Bu hem ruhsal hem bedensel birleşmenin ardından Ayça ve Bora derin bir uykuya daldılar ve bir rüyayı paylaştılar. Rüyalarında meleklerin koruduğu bir bahçede birbirlerine, ayrı geçirdikleri yaşamların öykülerini anlattılar. Bu yaşamda onları bir araya getiren Tanrı'ya şükranlarını sundular.

...

Meryem ve Onur, salondaki büyük masada sessizce yemek yiyorlardı. Onur'un merakı sessizliği bozdu:
-Bugün Bora'yı hiç görmedim. Ayçayı da. Bir yere mi gittiler?

Meryem gülümsedi:
-Onları uzun bir süre daha göremeyeceğiz.

-Nasıl yani?

-Aşık oldular.

Onur şaşırmıştı. Meryem'in söylediğini apaçık duymuş olmasına rağmen 32 dişini birden gösteren geniş gülümsemesi ile sordu:
-Ne oldular?

-Sence de birbirleri için yaratılmamışlar mı?

-Kesinlikle öyle ama hangi dağda kurt öldü de bunu kabullendiler? Ben en az bir yıllarını alır diye düşünüyordum.

-Onları bu konuda azcık itekleyerek olaylara hız kazandırdığımı itiraf etmeliyim.

-Ne yaptın?

-Onlara ikiz alev'den bahsettim ve geri kalanını keşfetmeleri için onları bol bol teşvik ettim.

-Peki şimdi ne olacak, Meryem?

-Gerçekten bilmiyorum. Bunu zaman açığa çıkaracak.

-Ben senin iç sesini merak ediyorum.

-İç sesim bana önümüzdeki günlerde güçlü olmamız ve sağlam durmamız gerekeceğini söylüyor, hepsi bu.

6 Ekim 2011 Perşembe

İkiz Alev III

Ayça, Öykü ve Aşkın'ın avludaki Yoga seansını büyülenmiş gözlerle seyrediyordu. İkisinin de gözleri kapalı olmasına rağmen ve hiç konuşup işaretleşmedikleri halde böyle bir eşzamanlılıkla hareket edebiliyor olmalarına hayret ediyordu. Yüz ifadeleri rahat ve mutluydu. Seansın sonunda birbirlerine sevgiyle sarılmalarını izledi. İstemsiz bir şekilde gülümsediğini fark etti.

Ruhunda, daha önce var olduğunu bilmediği bir alana bir kapı açıldığını hissetti. Tüm hayret, şaşkınlık, büyülenmişlik hislerinin ve tüm düşüncelerin ötesinde bir yerde "ikiz alev" konusuna dair derin bir anlayışa vakıf olduğunu anladı.

Üzerindeki pijamalarla Bora'nın odasına gitti. Kapıyı çaldı. İçeriden ses gelmediği halde kapıyı açıp ve odaya girdi. Bora hafif uykusundan uyanıp miskin miskin gözlerini açtı. Ayça'yı görünce şaşırmadı. Kenara çekilip ona yer açtı. Ayça usulca yatağa girdi. Birbirlerine sarıldılar. Birbirlerinin kokusunu doya doya içlerine çektiler.

Bora Ayça'nın kulağına fısıldadı:
-Rüyamda seni görüyordum. Bana ikiz alevin ne olduğunu anlatıyordun.

Ayça gülümsedi:
-Aslında az önce ikiz alevin ne olduğunu kendime anlatıyordum. Yani sana da anlatıyordum. Çünkü sen bensin ve ben de senim.

Bora Ayça'nın alnına bir öpücük kondurdu:
-Uzun zamandır sürgündeymişim ve bugün sürgün bitmiş, EV'e dönmüşüm gibi hissediyorum.

-Ben de.

Bir süre sonra fısıltılar öpücüklere dönüştü ve iki eş ruh, her anında şefkatin ifade bulduğu ilahi bir birleşme yaşadılar. Bedenler de bu birleşmeye sonsuz haz ile iştirak etti.

İkiz Alev II

Ayça gün doğumu ile birlikte, az uyumuş ama dinlenmiş bir şekilde yataktan kalktı. Kalın perdenin arasından süzülen portakal rengi ışığa sevdalanıp avluya bakan pencereye gitti, perdeyi açtı, taze ışık huzmelerinin odayı doldurmasına izin verdi. Avludaki Venüs heykelli fıskiyenin yanında Öykü ve Aşkın Yoga yapıyorlardı. Onları izlerken muhteşem bir ana tanık oluyormuş gibi bir hisse kapıldı. Güneşin ilk ışınlarının yaprakların üzerinde parladığı harika bir bahçede, daha önce görmediği deneyimlemediği bir uyum ve keyif ile hareket eden iki muhteşem ruha bakıyordu. Öykü ve Aşkın, öyle dingin bir duruşun içindeydiler ki iç huzurları, bedenlerini aşıp dışarı taşıyor, hatta duvarların ötesine geçip Ayça'ya kadar ulaşıyordu. Aynı anda büyük bir keyif ve rahatlıkla yavaşça duruşlarını değiştiriyorlar, fakat o huzur hissi hep aynı kalıyordu.

Ayça onları izlerken adeta mest olmuştu.

10 Eylül 2011 Cumartesi

İkiz Alev

Meryem odadan çıkarken Bora arkasından "Nasıl yani?" diye bağırdı. Fakat bu retorik sorusuna herhangi bir cevap alamadı. O sırada konunun çok dışındaymış, söylenenleri anlamamış gibi parmağındaki ojelere bakmakta olan Ayça'dan yana dönemedi bile. Neden sonra üzerlerindeki sözde baskıdan kurtulmuşlar gibi hissettikleri bir anda Ayça'ya: "Ben bu kızın söylediklerinin yarısını anlamadım" dedi utanıp sıkılarak.
Ayça konunun ikiz alev'e gelmesinden korktuğu için azcık gergin bir sesle "Nesini anlamadın?" diye sordu. "Tekamül mesela. Ne demek o?" Ayça derin bir nefes aldı. Konuyu ikisinin de konuşmaya hazır olmadığı yerlerden uzak tuttuğu için Bora'ya minnet duydu.

- Tekamül sanırım evrim gibi bir şey demek.
- Yani Deniz insan ruhunun olgunlaşarak gelebileceği son noktaya gelmiş ve ötesine geçmiş öyle mi?
- Evet, sanırım Meryem öyle bir şeyi kast etti.
- O son noktayı geçtiğinde ışık oluyorsun öyle mi?
- Meryem'in dediklerine bakarsak öyle.
- Ve yine Meryem'in dediklerine bakarsak ışık olmak Yaradan ile birleşmek demek, yanılıyor muyum?
- Tam olarak bunu mu demek istedi bilemiyorum. Ama tüm konuşmadan şunu anladım, Deniz bizi terk etmedi. Kendi isteği dışında bir yere gitmedi. Şu an harika bir yerde ve gerekirse oradan geri dönebilir. Fakat böyle bir beklenti içine girmek yerine biz kendi işimize bakmalıyız.
- Güzel. Ben de öyle anlamıştım.

Kısa süren sessizlikten sonra birbirlerinin yüzüne bakmayı başarabildiler. Konunun hassasiyeti ikisinin de pembeleşmiş yanaklarından okunabiliyordu. Bunca zaman boyunca aralarında, yıllardır söze dökülmemiş duygulardan oluşmuş kalın bir duvar vardı. Şimdi birinin bu duvarı yıkması ve diğer tarafa geçmesi ihtimali ikisinin de garibine gidiyordu.

Beden dilleri, ikisinin de bu akşam bu konuyu daha fazla zorlamak istemediklerini belli ediyordu. Bir süre havadan sudan konuşuyormuş gibi yaptıktan sonra Bora odasına gitti ve hayatının so 20 yılını gözden geçirdi. Ayça da o gece yatağında tavanı izlerken aynısını yaptı.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Kulenin Hanımı XII

Aralarında uzun süren bir sessizlik oldu. Şu dakikada ne denebilirdi ki? Sonunda Bora konuyu değiştirmeye karar verdi:

-Meryem, çok merak ediyorum. Sen ve Deniz, bütün bunları nasıl bilebiliyorsunuz? Yani mesela biz neden bilemiyoruz? Farkımız ne?
-Deniz bir tür yükselmiş üstattır. Tekamülündeki son noktaya geldi. Işık oldu, yani Tanrı ile bir oldu. Son yaşamında öyle bir noktadaydı ki evrende olup biten her şeyin farkındaydı. Kendini tamamen bilmişti. Bu yüzden dünyaya bir daha gelmesi gerekmeyecek. Yine de olduğu yerden hala ihtiyacı olanlara rehberlik yapabilir. Ayrıca şu an Yaradan'ın bir parçası olarak OL derse her şey olur. Yani bir gün Yaradan'ın planına uygun olarak bu dünyada fiziksel bedeniyle yeniden ortaya çıkabilir.

Ayça Meryem'i büyük bir merakla dinliyordu.
-Ya sen? Sen de onun gibi misin?
-Hepimiz onun gibi olmaya doğru evriliyoruz. Ama ben daha ziyade sizin gibiyim. Buradaki son görevlerim bunlar. Bittiğinde birlikte ışık olacağız.
-Bu görevi sana kim veriyor? Nasıl biliyorsun?
-Yıldızlarda okuyorum. Ruhlar anlatıyor. Deniz anlatıyor.

Ayça'nın merakı gitgide artıyordu:
-Bize hikayeni anlat Meryem.

-Çocukluğumdan beri rüyamda Meryem Ana'yı görürüm. Bana mesajlar getirir. Rüyalarımda bana hediyeler verirdi. Koyu mavi bir göz verdi ki alnımın ortasına yerleştirip görünenin ardındakini görebileyim. Yıldızların bilgisini verdi ki olanları ve olacakları orada okuyabileyim. Bana dişil bilgeliğin sırlarını verdi ki onları koruyup gerektiğinde aktarabileyim. Rüyadaki bu hediyeler zamanla hayatımda tezahür etti ve ben O'nun bir müridi ve rahibesi oldum. Meryem benim adım değil, bulunduğum makamın adı. Asıl adım Neşe.
-Hz İsa'nın annesi olan Meryem Ana'dan mı bahsediyorsun?
-Evet, fakat ondan bir insan olarak değil, bir enerji olarak bahsediyorum. Meryem Ana ve İsa birer semboldür. İkisi de içimizdeki Tanrısal Işık'a bağlanmamız için bize rehberlik eden enerjiler. Ben şu anda o enerjiyi yüksek boyutlardan buraya taşıyan kişilerden biriyim. Dünyanın her yerinde pek çokları vardır. Bir sürü Bilge Kadın yıldızları izlerler, şifa dağıtırlar, ışıklarını yayarak Dünya'yı daha güzel bir yer haline getirirler. Hepsi Hanımımız'ın onurunadır. O'na kendi aramızda Mari Migdala deriz. Yani Kulenin Meryem'i.

Ayça Meryem'in lafını kahkaha ile böldü.
-Şimdi kule sevdan anlaşılıyor. Bu Mari Migdala, Mecdelli Meryem olmasın sakın! Kule ile ne ilgisi var ki onun?

Meryem şefkatle ışık saçan gülümsemesini yüzünden hiç düşürmüyordu:
-Mecdelli Meryem diye biri yok. Mecdelli Meryem bizim kim olduğumuz değil, ne olduğumuzu anlatan bir ad. Mecdel sözcüğü kadim dilde "Migdal" demektir ki o da "Kule" olarak dilimize çevrilir. Biz Kule'nin Meryem'leriyiz, yani Kule'nin Hanımı'nın müritleriyiz.
-Kule'nin Hanımı da Meryem Ana, değil mi?
-Evet O. Meryem Ana olarak bildiğimiz varlık, bizim bilgeliğimizin özüdür. Meryem Ana deyince İsa'nın annesi olan kadın akla geliyor; oysa ki bu bilgi Hristiyanlık'ın dışındadır. Hristiyanlık'tan hatta Musevi'likten bile çok daha önce vardı. Tarih kadar, kadınlar kadar eskidir. Kaynağı Mezopotamya'dır.

Bora gülümsedi:
-Ne garip, bu evde de kule var. Bu evi seçmen tesadüf değildi o halde.

-Hayır, hem de hiç değildi. Evdeki kule de Meryem'in onuruna yapılmıştı. Bu evin sahipleri de size anlattığım bilgiye vakıftılar. Onlar da Hanımımız'ın takipçileriydi.

Ayça Meryem'in gizeminin çözülmesinden son derece memnundu. Kızın anlattıkları hoşuna gitmişti. Meryem'in bahsettiği "enerji"yi algılayabiliyor, anlayabiliyor olduğunu fark etti.

-Odamdaki kuleyi dilediğin zaman kullanman için sana izin veriyorum, Meryem. Artık buraya gizli gizli girmek zorunda değilsin.

"Gizli gizli" sözcüklerini duyan Bora'nın Meryem'e ters bakışlarını fark edince iki kadın kıkırdadılar.

Meryem oturduğu sandalyeden yavaşça kalktı:
-Ben sizi yalnız bırakayım. Belki "ikiz alev" neymiş ne değilmiş keşfetmek istersiniz.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Kulenin Hanımı XI

-Öte Dünya'ya gitmiştin.

Ayça ve Bora, Meryem'in sesini duyunca yerlerinden sıçradılar. Bora aksi aksi çıkıştı:
-Ödümüzü kopardın. Ne zamandır oradasın?
-Şimdi geldim. Eşyalara o kadar dalmıştınız ki geldiğimi duymadınız. Nihayet doğru soruları sormaya başlamışsınız.
-Sanırım bizi bu konuda bilgilendireceksin.
-Elbette.

Ayça merakla sordu:
-Öte Dünya nedir, Meryem?
-En basit ifadeyle, görünenin ötesindeki dünyadır. Evren sonsuz boyutludur fakat gözlerimiz bu sonsuzluğun içinde sadece üç boyutu algılayacak şekilde ayarlanmıştır. Görebildiklerimizin ötesinde bir sürü alem vardır. Öte Dünya dediğimiz şey aslında sonsuz öte dünyadan sadece biridir. Komaya girdiğin gün, Deniz'in peşinden gitmeyi can-ı gönülden istemiştin. Ama önce bu dünyadaki görevlerini bitirmen gerekiyordu. Bu yüzden Evren seni bir tür hızlandırılmış çalışmaya aldı. Deniz "Işık" olurken ortaya çıkan enerji girdabı seni daha yüksek boyutlara çekti. Bunun sonucu olarak bu dünyayı algılayamaz oldun. Aylarca yüksek alemlerde gezindin. Başka yaşamlarda halletmen gereken bir çok işi oralarda hallettin. Böylece geri döndüğünde sadece burada yapman gereken çok az şey kalacaktı. O görevleri de tamamladığında sen de Deniz gibi bu yaşamda Işık olabilecektin.

Ayça'nın kafası karışmıştı:
-Sormak istediğim o kadar çok şey var ki.
-Hepsi için vaktimiz var.
-Mesela, eğer komada olduğum süre içinde başka bir yerdeysem neden o yeri hatırlamıyorum?
-Yüksek boyutların bilgilerini buraya zihninle taşıyamazsın. Zihnin orada olanları hatırlamaz. Ancak trans halindeyken o boyutları algılayabilir, hatırlayabilir ve oralarda iş görebilirsin.
-Bora aynı şeyleri yaşamadı. Eğer bu yaşamda Işık olacaksam o da benimle gelebilecek mi?
-Bora önceki yaşamlarında anlaşmalarını tamamlamıştı. Bu yaşama sadece sana eşlik etmek, yol arkadaşlığı yapmak için geldi. İkiz alevler son enkarnasyonlarında bunu sık sık yaparlar.

Konu birden Bora'nın ilgisini çekmişti:
-İkiz alev mi dedin? Yani ru eşi gibi bir şey miyiz biz?
Meryem şefkatle gülümsedi:
-Bunu bu tarihe kadar anlamamış olmanıza şaşırıyorum. Aslını istersen ruh eşinden biraz daha fazlasısınız. Bu iki kavram sıkça karıştırılır. İnsanın her yaşamda en az onbeş tane ruh eşi olur. Bunlar anlaşmalarınızı yerine getirmenizi sağlayan ruhlardır. Hayattaki en büyük derslerinizi onlar aracılığıyla alırsınız Oysa ki kişinin tüm yaşamları boyunca sadece bir tane ikiz alevi olur. İkiz alevler çok önemli bir şey olmadıkça son enkarnasyonlara kadar birlikte doğmayı seçmezler. Genelde biri daha yüksek boyutlardan öbürüne yardım ve rehberlik eder. Herkesin kendisini öte alemlerden destekleyen bir ikiz alevi vardır fakat insanlar çoğunlukla bunu fark etmezler. İçlerinde büyük bir tamamlanmamışlık ve özlem duygusuyla yaşarlar, kendilerine rehberlik eden o sesin "içlerinden gelen bir ses" olduğunu düşünürler. Ruh yaşam oyununda olgunlaşıp artık oyundan çıkmaya yaklaştığında İkiz Alevi ile bu dünyada birleşir. Oyunun sonunda olan budur.

Bora da Ayça da ayak parmaklarına kadar kızardıklarını hissettiler. Çocukluktan getirdikleri kardeşlik ilişkisini korumak için bilinçli olarak uzak durdukları bir konu, önlerine açılmıştı. Artık kaçacak bir yer yoktu. Pek yakında, birbirleri için yaratıldıklarını kabul etmek zorunda kalacaklardı.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Kulenin Hanımı X

Bugün

Ayça'nın odasında duran açılmamış kolileri açıyorlardı. Ayça kişisel eşyalarını dolaplara yerleştirirken Bora da üçüne ait olan günlükleri, kitapları, albümleri, tabloları ve incik boncuğu ayırıyordu. Bazen rastgele bir günlük sayfası açıp bir şeyler okuyordu. Ayça, Bora ve Deniz birbirlerine o kadar yakındılar ki günlükleri için bile aynı defteri kullanırlardı. Tüm bu koliler yıllardır beraber yazdıkları onlarca anı ile doluydu.

-Bak bu en az 18 yıllık.

-Oku bakayım herhangi bir yerinden. Ben hatırlarım şimdi onu.

-Yunuslardan biri hastalandı. Biri onu zıpkınla vurmuş. Deniz süper güçlerini kullanarak onu iyileştirecek. Bunun gece ay batarken yapılması gerekiyormuş. Bu yüzden gece yarısı tekneye kaçacağız. Fenerlerimizi, mumları ve battaniyelerimizi hazırladık. Ev halkının uyumasını bekliyoruz.

Ayça kahkahayı bastı.

-Film gibiydik Bora ya. Çocuklar yunusları sadece su parklarında görebilirken biz bahçede besliyorduk.

-Bak başka bir şey buldum. Bu daha yeni:

"Okulda hiç sevilmiyoruz. Bizden ödleri kopuyor. Geçenlerde bir grup 11. sınıfı bizim hakkımızda ileri geri konuşurken yakaladık. Neymiş kedi kesiyormuşuz. Kan içiyormuşuz. Yok artık! Gotik bile giyinmiyoruz. Nereden çıkarıyorlar bunları? Neyse daldık aralarına. En çok öten çocuğun gözlerinin içine baktım. 'Bak seeen, kedi kestiğimizi söyleyen arkadaş bundan tam 7 yıl önce bir kedinin ayağına taş bağlayıp suya atmış. O kedilere işkence yaparken biz sokak kedilerini eve alıp besliyorduk.' dedim. 'Ben öyle bir şey yapmadım' demeye kalktı. 'O halde bunu yaparken yanında bulunan arkadaşları Ayhan ve Tamer'e soralım yapmış mı yapmamış mı?' çocuğun yüzü bembeyaz oldu. Bana cadı diye bağırdı. 'Bir daha sakın arkamızdan konuşma. Yoksa seni bir kediye çeviririm.' diye kapattım konuyu. Üç katım büyüklüğünde olmasına rağmen çocuğun benden ödünün koptuğuna yemin edebilirim. Yüz ifadesinden anladığım kadarıyla bir an için bunu gerçekten yapabileceğim ihtimalini göz önüne getirdi. Deniz'le Bora arkamda kıs kıs gülüyorlardı. Deniz 'Rahat bırak çocuğu!' diye seslendi. Kahkahalar atarak oradan uzaklaştık.

-Yaptığım işe bak. Gerçekten de cadıymışım.

-Kolay kolay sinirlenmezdin ama bir kez tepen attı mı Deniz'den beter oluyordun. Bir keresinde Deniz'in bile senden korktuğunu hatırlıyorum.

-Saçmalama. Ne zaman?

-Babanı Sevilay'la tanıştırdığı zaman.

-Niyetinin ne olduğunu anlayamamıştım. Hala daha anlamıyorum. Babamın orospu çocuğunun teki olduğunu biliyordu. Annesini boşayıp Sevilay'ı alacağını biliyordu. Ama benim bildiğim tek aile Deniz ve Sevgi Anne'ydi. Ya onlar giderse, ailesiz kalırsam diye çok korkmuştum. Bir an Deniz'in artık beni istemediğini, Sevgi Anne'yle çekip gitmek istediğini düşündüğüm için delirdim. Neyse ki korkularım boşa çıktı. Babam gidip Sevilay'la evlenirken bana kendisiyle gelip gelmeyeceğimi bile sormadı. Ben onunla gitmek istemiyordum ama o da beni istemiyordu zaten. Ben de Sevgi Anne'nin evinde kalmaya devam ettim.

-Belki de Deniz babanı birlikte yaşadığınız evden tamamen çıkarmak için böyle bir şey yapmıştı. Onun nasıl düşündüğünü nereden bileceğiz. Ama her nasıl düşündüyse hepimizin iyiliğini düşündüğüne eminim.

-Ben de öyle.

Bora bir fotografa bakarak dalıp gitti. Ayça'nın "O ne Bora?" diye seslendiğini bile duymadı. Ayça, Bora'nın neye baktığını merak etmişti. Yapmakta olduğu işi bırakıp Bora'nın yanına gidip oturdu. Omzunun üstünden fotografa baktı. 7-8 yaşlarındaki halleriydi. Bahçedeki salıncakta üçü birden uyuyakalmıştı. Kedi yavruları tepelerinde geziniyordu. Fotografı Sevgi Anne çekmişti.

-Ne güzeldik Ayça. Son bir yılda Biz'i o kadar özledim ki. Deniz'in gidişini, senin komada oluşunu kabullenemedim bir türlü. Biliyorsun Deniz'in bedenini asla bulamadılar. Bir gün bir yerlerden çıkıp geleceğini, senin de o gün iyileşeceğini hayal ettim hep. Ama olmadı. Her gün hastaneye seni ziyarete geldim. Seni o halde görmek o kadar acı vericiydi ki. Gözlerin sonuna kadar açık, fakat hiçbir şey görmüyorsun. Gecelerce seninle konuştum ama orada değildin. Doktorlar teşhis koyamıyorlardı. Bu durumun ömür boyu sürebileceğini söylüyorlardı. Yavaş yavaş delirmeye başlamıştım. Sonunda Sevilay'ın sözünü dinleyip buraya kaçtım. Sana her gün o baktı biliyorsun değil mi?

Ayça başını salladı.

-Her gün beni arayıp durumunu anlattı. Ben dahil herkes senden umudu kesmişti ama o hep senin iyileşeceğine inandı. Ben çoktan senin yasını tutmaya başlamıştım. Ama o hiç vaz geçmedi. İyileştiğini söylediği gün inanamadım. İlk uçağa atlayıp yanına geldim.

-Gözlerimi açtığımda önce Deniz'le seni sordum. Deniz'in gittiğini biliyordum, gözlerimle görmüştüm ama hala bir umudum vardı. Bilirsin insanları şaşırtmaya bayılır. Yeniden yaşama döner, bir yerden çıkıp gelir diye düşünüyordum ama onun öldüğünü söylediler. Kalbime bıçak saplanmış gibi oldum. Bir yıllık komanın ardından hissettiğim ilk şey bu acıydı. Sonra senin yolda olduğunu, geleceğini söylediler. O zaman içim rahatladı. En azından sen iyiydin.

-Ayça, sen hastanedeyken tam olarak ne oldu? Yani gözlerin açıktı ama bilincin yerinde değildi? O zamana dair herhengi bir şey hatırlıyor musun?

-Hatırlamıyorum Bora. Ben o sırada orada değildim?

-Peki neredeydin? Bence bunu öğrenmeliyiz. Bu şey neden oldu, bir daha olur mu, bunları bilmeliyiz.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Kulenin Hanımı IX

Ayça ve Deniz kısa sürede ayrılmaz bir ikili oldular. Sanki hiçbir yetişkine ihtiyaçları yokmuş gibi yaşıyorlardı. Ayça'nın babası çoğu zaman evde değildi. Sevgi Anne'yi ise sadece yemek yemek ve uyumak için eve geldiklerinde görüyorlardı. Onun dışındaki bütün vakitleri ya bahçede kedilerle ya da teknede yunuslarla geçiyordu.

Deniz hayvanlarla, bitkilerle, hatta hastalıklarla bile konuşabiliyor, onlara istediklerini yaptırabiliyordu. Tüm dünya onun sözünü dinliyor gibiydi. Ayça, Deniz'in yapabildikleri karşısında büyüleniyordu. Onun gibi bir kardeşi olmasından dolayı çok mutluydu. Onun yanında kendini güvende ve huzurlu hissediyordu. Sanki gerçek ailesi Amerika'ya kaçan annesi ve eve hiç uğramayan babası değil de Deniz ve Sevgi'ydi.

Sevgi Anne'nin evde olmadığı bir gün, bahçede kedilerle oynarlarken tepelerindeki ağacın dallarından bir çatırtı koptu ve yaşıtlarıymış gibi görünen bir oğlan çocuğu çığlık çığlığa ağaçtan düştü. Çocuk yere çarptığı anda bir ölü gibi sustu. Saniyeler içinde başının etrafında bir kan gölü oluşmuştu. Yanına çömelip onu hafifçe sarstılar. Çocuk hiç kıpırdamıyordu. Başının etrafındaki kan gölü hızla büyüyordu. Ayça ağlamaya başladı. Deniz parmağını dudaklarına götürüp ona "Sus!" işareti yaptı. Ayça'nın gözlerinin içine bakarak "Şimdi yapacaklarımı hiç ama hiç kimseye söylemeyeceğine yemin et." dedi. Ayça burnunu çekerek başını salladı ve "Yemin ederim" diye miyavladı.

Deniz çocuğun başına dokundu. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Sonra ellerini yerdeki kan birikintisine daldırdı ve bir şeyler daha mırıldandı. Sonra çocuğu ters çevirdi. Gömleğini sıyırıp belinin üzerine kana bulanmış parmağıyla bir işaret çizdi. Çocuğun kollarına ve bacaklarına da kan ile bir takım semboller çizdikten sonra başının arkasındaki eziğe ağzını dayadı ve Ayça'nın anlamadığı bir dilde yüksek sesle bir şeyler daha söyledi. Delikten akan kan bir anda kesildi.

Sonra Deniz, kendisini şaşkınlıkla izlemekte olan Ayça'ya döndü "Şu kedilerin mama tabağını al, iskeleye koş ve onu suyla doldurup geri getir." Ayça şoktan çıkıp kendine söyleneni yaptı. Deniz, cebinden çıkardığı bir mendili deniz suyu ile ıslattı ve çocuğun bedenine çizdiği sembolleri sildi. Kalan su ile de oğlanın başını yıkadı. Sonra onu kollarının arasına aldı ve kulağına "Artık uyanabilirsin" diye fısıldadı. Çocuk yavaşça gözlerini açtı.

Ayça'nın şaşkınlıktan adeta dili tutulmuştu. Deniz ise soğukkanlılıkla çocuğa sordu: -Sen kimsin? Ayça'nın ağacında ne işin var?
-Ben Bora'yım. Yan tarafta oturuyoruz. Ayça'nın ağacı olduğunu bilmiyordum. Sizin için ceviz topluyordum. Neden ıslandım?
-Çünkü düşerken o kadar korktun ki altına yaptın.
Ayça Deniz'in bu lafı üzerine gülmeye başladı. Bora bozulmuştu:
-Hayır altıma yapmadım. Ben altıma yapmayacak kadar büyüğüm. Tam sekiz yaşındayım.
-Şaka şaka! Ağaçtan düştün. Her yerin kan oldu. Biz de seni yıkadık.
-Nerem kanamış?
-Başın kanıyordu. Ama artık geçti. Ben seni iyileştirdim.

Bora üstüne başına baktı. gerçekten kan içindeydi. Ama ne başında ne vücudunda herhangi bir yara vardı. Olanlara anlam veremedi. Deniz ona eve gitmesini, ertesi gün isterse oynamaya gelebileceğini söyledi. O günden sonra yaşamlarının hemen her gününü beraber geçirdiler.

Ta ki Deniz bu dünyadan göçene kadar...

Kulenin Hanımı VIII

20 yıl önce


Ayça henüz beş yaşındaydı. Birkaç ay önce kendi annesi gitmiş, yeni bir anne gelmişti. Bu yeni annenin adı Sevgi'ydi. Ayça'nın annesine hiç benzemiyordu. O hiç bağırmıyor, hiç ağlamıyor; hep gülümsüyor ve hep alçak sesle konuşuyordu. Üstelik bu yeni anne, Ayça'ya bir de kız kardeş getirmişti. Bu yeni kardeşin adı Deniz'di.

Deniz ve Ayça aynı yaştaydılar. Fakat birbirlerine hiç benzemiyorlardı. Deniz'in gözleri turkuazdı, Ayça'nınkiler ise bal rengi. Deniz uzun boyluydu ve güçlü görünüyordu, Ayça minicik, zayıf ve kırılgandı. Deniz'in saçları kısacıktı, Ayça'nınkiler ise beline kadar iniyordu.

Başlangıçta iki yeni kardeş birbirlerine pek ilişmediler. Çünkü onları iliştirecek ortak nokta bulamamışlardı. Ayça'nın derdi gücü kedilerleydi. Kedisi Cancan bir süre önce yavrulamıştı. Bahçedeki ağacın altı kuyrukları dik, badi badi yürüyen ve viyaklayan sevimli yavrularla dolmuştu. Ayça her gün onları besliyor, saatlerce onlarla oynuyordu. Deniz ise bütün gün bahçedeki iskeleye bağlı duran teknede oturuyor ve kendi kendine konuşup şarkılar söylüyordu.

İki kız, bir süre çaktırmadan birbirlerini gözetlediler. Neden sonra Deniz, arkadaş olabileceklerine karar verdi ve Ayça'yı teknesine davet etti. "Sana çok güzel bir şey göstereceğim." dedi Deniz, Ayça'yı elinden tutup tekneye binmesine yardım ederken. Birlikte teknenin burnuna gittiler. Deniz elini aşağı sarkıtıp suya soktu ve bir şeyler mırıldandı. Ayça onu dikkatle izliyordu. Deniz, denizle konuşuyordu ve bunu yaşından beklenmeyecek büyük bir ciddiyetle yapıyordu. Onları izleyen bir yetişkin için bu son derece sevimli ve komik bir görüntü olabilirdi ama Ayça bunun garip bir yere varacağından emindi.

Bir süre sonra iki yunus, suların arasından başlarını çıkardılar. "Bak!" dedi Deniz, "Bunlar benim yunuslarım. Ben ne dersem onu yaparlar. Havalar ısınınca onların üzerine bineceğiz ve bizi gezdirecekler." Ayça yunuslardan birinin burnuna ürkekçe elini uzattı: "Isırmazlar değil mi?" Deniz komik bir süperkahraman edasıyla cevap verdi: "Dedim ya ben ne dersem onu yaparlar. Sadece ben istersem ısırırlar. Ama seni sevecekler ve ısırmayacaklar. Çünkü ben seni seviyorum. Sen benim kardeşimsin. Ben yanındayken hiçbir şey sana zarar veremez."

9 Ağustos 2011 Salı

Kulenin Hanımı VII

Ayça o gece düşünde kartal oldu ve bir kartalla çiftleştiğini gördü. Bu çiftleşmenin ardından yeni bir dil bildi. Bu dil aracılığıyla iyi ve kötü ruhlarla konuştu. Gökte kartalla, yerde kaplanlar ve yılanlarla, denizde yunuslarla konuştu; ateşe hükmetti. Bu dili kullanarak Ejderler'i çağırdı; onu sırtlarında başka alemlere taşıdılar. Sonunda Ayça Ulu Işık'ı gördü. Öğrendiği dilin, O'nun dili olduğunu anladı. Işık ona, sırrını verdi.

Ayça uyandığında değişmişti.

O gece Bora düşünde bir kaplan oldu ve bir kaplanla çiftleşti. Bu çiftleşmenin ardından Bora, daha önce bilmediği bir tarihi bildi. Eşi olan Kaplan, onu kendi diyarına götürdü. Orada Bora, kadim bir dilde atalarıyla konuştu ve onların gücünü devraldı. Bu güç, onu Ulu Işık'ın alemine taşıdı. Işık ona, bu yeni bilgelik ve güç ile ne yapacağını anlattı.

Bora uyandığında değişmişti.

Ayça'nın odasına gitti. Kız gözlerini yeni açmıştı. Bora'yı görünce yataktan doğruldu. Yanına gitti. Gözlerine baktı. "Bizi inisiye etti" dedi. Bora "Evet" anlamında başını salladı. "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu.

Ayça gülümsedi:
-Her şeyi anlamış gibiyim...ya sen?
-Ben de öyle.
-Bora, Deniz ölmedi biliyorsun değil mi?
-Hayır ölmedi ve asla ölmeyecek. Biz neredeysek o da orada. Dilediğimiz zaman onunla konuşabiliriz ve O eğer gerekli görürse yeniden bir bedenle karşımıza çıkabilir.
-Benim gördüklerimi sen de gördün mü?
-Evet tatlım, biz aynı Ruh'uz. Senin gördüğün her şeyi gördüm.
-Peki şimdi ne olacak?
-Senin eşyalarını açacağız. Geçmişi geçmişe teslim edeceğiz.



8 Ağustos 2011 Pazartesi

Kulenin Hanımı VI

Meryem, Ayça'nın odasından çıkar çıkmaz karşısında Bora'nın çatık kaşlarını buldu. Bora içi dışı bir insanlardandı. Yüz ifadesi, duygularını kolayca ele veriyordu. Meryem'in Ayça ile konuşması onu çıldırtmıştı. Bu, yüzünden açıkça okunuyordu. Fakat Meryem'in bu saatte onunla uğraşmaya hiç niyeti yoktu. Gözlerini devirdi, Bora'nın yanından sıyrılıp tek kelime etmeden odasına yöneldi. Bora da peşinden geldi ve davet beklemeden, izin istemeden Meryem'in odasına daldı.

Meryem kapının karşısındaki pencerenin önünde duran koltuğa yerleşti. Bacak bacak üstüne attı. Br sigara yaktı ve Bora'nın yüzüne dik dik bakarak "Ne istiyorsun?" diye sordu. Bora, "Asıl sen ondan ne istiyorsun?" diye tısladı. "Onun merakını gideriyorum" dedi Meryem karşılık olarak, "Senin aylardır yadsıdığın şeyleri o bir günde gördü ve anladı. Bu yüzden artık seninle değil onunla iletişim kuruyorum."

Bora iyice dellenmişti, sesini yükseltti: "Ayça'yı deli saçmalarınla doldurmanı istemiyorum. O benim için çok önemli. Kesinlikle üzülmesini istemiyorum. Anlattıkların onu tedirgin eder, üzerse sana zarar veririm. Eğer böyle bir şey olsun istemiyorsan onunla uğraşmayı bırak."

Meryem de sinirleniyordu: "Bora, sabrımı zorluyorsun" diye başladı usulca ve sesi gitgide sertleşti: "Olanlara dair korkularını bir türlü yenemediğin için olacakları da kaldıramayacaksın. Tıpkı buraya ilk taşındığımızda Ayça'nın iyi olacağını ve yanına geleceğini söylediğim gibi şimdi de eğer böyle devam edersen kaçınmaya çalıştığın her şeyin bir bir başına geleceğini söylüyorum. Bu kez olayların içinde mi olmak istersin yoksa herkes görevini yerine getirirken sen bir kenarda oturup izleyecek misin? Eğer gerçekleri görmek istiyorsan korkularından kurtulmalı ve Deniz'e olanlar ile yüzleşmelisin. Son olarak, beğensen de beğenmesen de ben de bu olayların içindeyim. Senin bilmediğin zamanlardan beri de öyleydim."

Bora büyülenmiş gibiydi. Kaskatı kesilmiş Meryem'i dinliyordu. Gördüğü ilk andan beri bu kadından hoşlanmıyordu. Onu çok tuhaf buluyordu. Anlattığı her şeyi ya küçümsüyor, ya da alaycı gözlerle dinleyip konuyu değiştiriyordu. Meryem'i kendini medyum sanan bir deli gibi görmek Bora'nın işine geliyordu. Ne var ki içten içe Meryem'in doğruyu söylüyor olmasından da korkuyordu. Eğer öyleyse, yakın zamanda Deniz'in ölümü ile durulan "güçler" yeniden harekete geçecek ve tüm hayatları bir kez daha alt üst olacaktı. Tüm bunların sonunda ya Ayça'da Deniz gibi göz göre göre ölüme giderse! Bora'nın en çok korktuğu ihtimaldi bu. Bora ruhunun derinliklerinde bir yerlerde bu süreci başlatacak olan kişinin Meryem olduğunu biliyordu. Bu yüzden ondan nefret ediyordu. Meryem konuşmaya devam etti, sesindeki kızgınlık tınısı yerini şefkate bırakmıştı:

"Kalbini okuyorum. Öyle güçlüsün ki... Bu yüzden içinde hiç korku olmamalı. En ufak bir korkun olsa, tüm evren onu gerçekleştirmek için seferber olur. Çünkü evrendeki her şey senin iradene boyun eğer. Bu yüzden Ayça'yı kaybetmeye dair korkunu kalbinden tamamen söküp atmalısın. Onun yerine kalbine şu sözleri koymalısın: 'Onunla beraber geldim, onunla beraber giderim.'

Kısa bir süre içinde işler yeniden karışacak. Bundan beni sorumlu tutma. Ben olsam da olmasam da olacaklar olacak. Bu kaçınılmazdır. Siz buraya bir görev için geldiniz. Deniz'in görevi bitti. Taşıdığı bilgiyi gereken yerlere ulaştırdı ve Işık oldu. Ben ise sadece size kendi görevinizi için rehberlik etmek üzere buradayım. Ama siz hazır olmadan bu süreç başlamayacak."

Bora üzerindeki büyünün yavaşça çözüldüğünü hissetti. Sanki Meryem onu,kendisini dinlemeye zorlamak için sıkıştırmıştı, şimdi de konuşabilsin diye gevşetiyordu.

"Peki ya işbirliği yapmazsak? Görev falan istemiyorsak? Sadece evrendeki tüm güçlerin bizi rahat bırakmasını istiyorsak?"

"Kesin olarak şu olur diye bir şey diyemem ama içime doğan o ki büyük ihtimalle ölürsünüz ve başka kişiler olarak yeniden doğarsınız. Büyük ihtimalle benzer şeyleri tekrar yaşarsınız. Ta ki bu yaşamda gerçekleştirmeyi söz verdiğiniz şeyi yerine getirene dek bu böyle gider. Kimse sözünü yerine getirmeden Işık olamaz."

Bir yanı hala öfkeyle inkar etse de Bora büyük ölçüde Meryem'e teslim olduğunu hissediyordu:

"Peki ne yapmam gerekiyor? Anlayabileceğim bir dille anlat."

"Şimdi uyu. Rehber bir rüya göreceksin ve öfken şifa bulacak. Ayça için endişelenmeyi bırak. O senin yanında güvende ve huzurlu. Ayrıca senin gibi rehbersiz değil. Sen de korkularını bıraktığın anda rehberlerini duyacaksın. O zamana kadar tekrar konuşmayacağız. İyi geceler."

Bora Meryem'in gözlerinin içine ilk kez anlamak için baktı; şefkatten başka bir şey göremedi. Bakışları ve sözleri yalan ve art niyetten çok uzaktı.

"Son bir şey daha var" diye devam etti Meryem, "Deniz'den bahsetmekten lütfen kaçınmayın. Artık Deniz'in gidişi ile yüzleşin ve konuyu kapatın. O konu aranızda kocaman, kalın bir duvar gibi. Hem birbirinizle hem de çevrenizle gerçekten iletişim kurmanızı engelliyor."

"Teşekkür ederim" Bora ağzından çıkan sözcüklere kendisi bile inanamadı. Meryem konuşurken, üzerinden aylardır taşıdığı büyük bir yük kalkmıştı ve bunun için şükran duyuyordu. "Bundan sonra seni dinlemeye çalışacağım. Tek bir isteğim var. Lütfen Ayça ile benden gizli hiçbir şey yapma. İyi geceler."

Meryem Bora'ya gülümsedi ve "Anlaştık" anlamında başını salladı. Bora odasına döndüğünde şaşırtıcı derecede hafifti. Sanki içinde düğüm olmuş bir şeyler bu konuşmanın sonucunda çözülmüştü. Daha rahat nefes alıyor, daha rahat yutkunuyordu. "Ne olacaksa olsun." dedi içinden ve huzurlu bir uykuya daldı.

Kulenin Hanımı V

"Bu sözler..." diye mırıldandı farkında olmadan. "Kimsin sen? Onunla ne ilgin var?" Bir yandan Meryem'in gözlerinin içinde sorularının cevabını arıyordu.

Meryem'in ciddi yüzü birden şefkatli bir ifadeye büründü: "Sana bilmen gereken her şeyi anlatacağım. Ama önce olmuş olanlarla yüzleşmen ve onları kabullenmen gerek. Bunu kendi iyiliğin için yapman gerekiyor."

Ayça bunu nasıl yapabileceğini bilemiyordu. Hayatındaki en özel insanı garip bir şekilde kaybetmişti. Üstelik bunu bir yıl sonra öğrenebildi çünkü o sırada kendini de kaybetmişti. Aylarca bir hastane odasında nedeni belirsiz bir komada yaşam mücadelesi verdikten sonra bir gün öyle aniden uyanarak korktuğu şeyin başına geldiğini, Deniz'in artık olmayacağını öğrenmek kolay hazmedilebileceği şeyler değildi. Neresinden tutup yüzleşmeye başlayacağını bilmediği bir konuydu.

Ama öğrenmek istiyordu. Deniz'e ne olmuştu, kendisine ne olmuştu, şimdi ne yapmaları gerekiyordu? Durup düşününce, Bora ile birlikte bu eve yönlendirilmeleri tesadüf olamazdı. Meryem'in varlığı tesadüf olamazdı. Deniz artık yoktu; fakat varken her ne planlamışsa tıkır tıkır işliyordu. Yaşının ötesinde bilge görünen bu garip Meryem kişisi, belki tüm sorularına cevap verebilirdi.

Meryem yavaşça kalktı ve çıkmak üzere kapıya yöneldi. "Dur bir dakika!" diye seslendi Ayça. Meryem dönüp baktı. "Kuleye giren sendin öyle değil mi?" diye sordu. Meryem gülümsedi: "Evet" diye yanıtladı, "...ve senin izninle ya da izinsiz, girmeye devam edeceğim."

Ayça'nın merakı gitgide artıyordu:

-Ne demek izinsiz de girmeye devam edeceğim?
-Çünkü bunu yapmak zorundayım.
-O yazılar ve semboller ne için? Niyetin nedir?
-Öğreneceksin. Şimdilik sadece şunu bil, ben dostum ve sana yardım etmem için karşılaştırıldık. Şimdi uyu. Bu gece huzurlu bir rüya göreceksin ve korkuların yok olacak. Yarın tekrar konuşuruz.






7 Ağustos 2011 Pazar

Kulenin Hanımı IV

Yemeğin ardından Bora ve Ayça hafif şarap sarhoşu olarak masadan ayrıldılar. Geriye sadece Onur ile Meryem kalmıştı. Ayça, merdivenleri çıkarken dönüp Meryem'e bir kez daha bakmaktan kendini alamadı fakat yakalanmasaydı iyi olacaktı. Meryem Ayça'ya belli belirsiz gülümsedi, ya da ona öyle geldi.

Davet edilmediği halde Bora da Ayça'nın ardından odaya girdi. Bir süre oturacak tek yer olan Ayça'nın yatağının üzerinde oturup ev halkının dedikodusunu yaptılar. Ayça Bora'ya, Meryem ile aralarında herhangi bir duygusal ilişki olmuş muydu diye sormak istedi. Fakat yine "Bırak ya deli o!" diye kestirip atacağını tahmin ettiği için bundan vaz geçti. Bora ise Ayça'yı Hakan ve Selim'e karşı bir kez daha uyarmak istedi. Ama "Sen kesinlikle beni kıskanıyorsun" diyeceğini düşündüğü için bundan vaz geçti. Bunun yerine iyi geceler dileyip odasına gitti.

Bora odadan çıktıktan bir iki dakika sonra Ayça'nın kapısı çalındı. Meryem, içeriden cevap gelmesini beklemeden kapıyı açıp başını uzattı, "Merhaba, müsaitsen konuşabilir miyiz?" diye sordu. "İçeri gel" dedi Ayça. Şaşırmıştı.

Meryem içeri girdi ve odanın her köşesini gözleriyle bir saniyede taradı:

-Burada yataktan, komodinden, kitaplık ve çalışma masasından başka bir şey yok; bir de açılmamış koliler...Her an gitmeye karar verebilirmiş gibi bir halin var.

-Aslında bu boşluktan şimdilik keyif alıyorum. Beni geçmişe bağlayan eşyaların hiçbiri yok. Bu an'da kalmamı sağlıyor. Belki bir gün bundan sıkılıp kolileri boşaltırım."

-Burası hakkında ne düşünüyorsun? Yani ev, insanlar falan...

-Eve bayıldım. Ama insanlar konusunda henüz bir şey diyemeyeceğim. Burada bir tek Bora'yı yakından tanıyorum. O benim çocukluk arkadaşım ve en yakın dostum. Belki sana bundan söz etmiştir.

-Hayır bahsetmedi.

-Sanırım onunla pek konuşmuyorsunuz. Aranızda bir soğukluk olduğunu seziyorum.

Meryem başkalarının duymasını istemeyeceği gizli bir şeyden bahsedecekmiş gibi kapıyı yavaşça kapattı ve yatağa, az önce Bora'nın oturduğu yere oturdu. Derin bir nefes aldı:

-Ben bazı şeyleri bilirim. Bora'nın hatırlamak istemediği ve ileride tekrar yaşamaktan korktuğu bir takım şeyleri de biliyorum. O da benim bunları bildiğimi biliyor, ama kabullenmek istemiyor. Bu yüzden de benim deli olduğumu düşünüyor. Ama şimdi sen geldin ki ben ona bunun olacağını söylemiştim. Bir süre sonra benim sadece doğruları söylediğimi anlayacak.

Ayça kızın gözlerinin içine baktı. O da 'bazı şeyleri' bilirdi:

-Çok gizemli konuşuyorsun Meryem. Kendini anlatmaktan ziyade saklamaya çalışıyor gibisin. Mesela senin adın...aslında Meryem değil, değil mi? Gerçek adını saklıyorsun.

-Sen de 'bazı şeyleri' biliyorsun. Ama bunları nereden bildiğini henüz bilmiyorsun. Çünkü henüz ermedin. Erdiğinde, neyi nereden ve ne için bildiğini de bileceksin.

Ayça bu sözler üzerine ayak parmaklarından saç diplerine kadar ürperdi. Hatırlamaktan kaçtığı geçmiş, Meryem kılığında karşısındaydı.

Deniz'in hayaleti Meryem adı ile bildiği bu kadın aracılığıyla onunla konuşuyordu.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Kulenin Hanımı III

Bora, Selim ve Hakan'ın yapmayı planladıkları rezilliğe karşı hazırlıklıydı. Şimdiye kadar harekete geçmedilerse tek nedeni, Ayça ile Bora'nın sevgili oldukları ihtimalini göz önünde bulundurmalarıydı. Ev halkından birinin sevgilisine göz dikerlerse diğerlerinden alacakları tepkiyi ve evden atılma riskini göze alamıyorlardı. Yoksa çoktan çapraz saldırı yoluyla kızı sersemletip gardını düşürme taktiklerine başlamışlardı. Bu ve benzeri yöntem ve tekniklere (!) "pick up" diyorlardı. Bora'nın şerefsizce bulduğu bu "pick up" konusunu onlar fazla ciddiye alıyorlardı. Ders çalışır gibi kitaplar okuyor, internet forumlarında bu konu üzerine saatlerce bilgi paylaşıyorlardı.

Bora Ayça'ya anormal bir şekilde yakın duruyordu. Çok iyi hesapladığı bir anda, tam Selim'in de Hakan'ın da gözü üzerlerindeyken Ayça'nın saçını kulağının arkasına attı ve iyice yaklaşıp çocukluğundan beri tanıdığı bu harika varlığı güldüreceğinden yüzde yüz emin olduğu bir cümleyi kulağına fısıldadı. Bir saniyeliğine göz göze geldiler, Ayça kahkahayı bastı. Bora hafifçe sarılıp kızın başını omzuna yasladı. Onur'a bir şey söylemek bahanesiyle başını çevirirken Selim ve Hakan'ın durumunu taradı. Bu tarafla ilgilerinin bıçak gibi kesildiğini fark ettiğinde derin bir nefes aldı.

Selim ve Hakan, ilgilerini bir anda yanlarında oturan Meryem'e çevirdiler. Etrafta dikkatlerini cezbeden herhangi bir kadın olmadığında bunu hep yaparlardı. Fakat Meryem'den herhangi bir karşılık alabildikleri olmamıştı. O böyle şeyler için fazla ciddiydi. Genelde kendisinden her ne isteniyorsa kibarca geri çeviriyor ve işine bakıyordu. Aslında o ikisinin Meryem'i hırs yaptıkları bile söylenebilirdi. Çünkü ona asılmaktan hiç bıkıp usanmıyorlardı.

Ayça çaktırmadan Meryem'i gözlemliyordu. Onur'la birbirlerine birkaç kaçamak bakışlarını yakalamıştı. Onur, Selim, Hakan... evdeki tüm "bekar" erkeklerin ilgisini üzerinde toplayan bu güzel ve çekici kadını Bora neden sevmiyor olabilirdi? "Yoksa bir zamanlar o ve Bora..." diye düşünmeye yeltenmişti ki içinden yükselen ikinci bir ses "Yok canııım" diye kesti bu düşünceyi. Bu işin içinde başka bir iş vardı ve Ayça yakın zamanda bunu öğrenecekti.

5 Ağustos 2011 Cuma

Kulenin Hanımı II

Ayça masadaki herkesi ilgiyle inceliyordu. Kimlerin birbiriyle samimi, kimlerin uzak olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Sevgililer Öykü ve Aşkın zaten başlı başına bir dünyaydı. Masaya oturduklarından beri aralarında kısık sesle konuşuyorlar, çevreleriyle pek ilgilenmiyorlardı. Bedenlerini büyük bir hazla hareket ettiriyor gibi görünüyorlardı. Dingin ve mutlu bir enerji saçıyorlardı. Asosyal değillerdi. Sadece birbirlerinin varlığından büyük keyif alıyor ve bu keyfi bölmek istemiyor gibilerdi.

Çapkın kankalar Selim ve Hakan ise bir çapkınlık refleksi olarak birbirleriyle konuşurken bile etrafa bakıyorlardı. Ayça, bu ikisinin Bora'nın bahsettiği, hatta kendisini onlara karşı kibarca uyardığı adamlar olduğunu daha tanıştırılmadan anlamıştı. Adamlar sanki bütün geceyi çoktan planlamışlar, her ayrıntısını ince ince gözden geçirmişler ve Ayça'nın olacaklardan hiçbir kaçarı yokmuş gibi bakıyorlardı kıza. Ayça bu tavra için için güldü. Herkes onlardan uzak durmaya gayret ediyordu. Çok gerekmedikçe kimse onlarla konuşmuyordu. Konuşurken de mümkün olan en ekşi yüz ifadelerini takınıyorlardı. Evde sevilmeyenler oldukları, diğerlerinin taşınıp gitsinler diye gözlerinin içine baktığı belliydi.

Onur içlerinde en iletişim kurulası kişi idi. Güleryüzlü ve sakindi. Dik ve güvenli bir duruşu vardı. Konuşmaları nazik, net ve açıktı. Ayça, Bora'nın evde en çok sevdiği kişinin o olduğunu hemen anlamıştı. Tanışırken diğerleri gibi Ayça'nın sadece elini sıkmak yerine onu yanaklarından öpmüştü. Bu büyük ihtimalle Bora'nın ona kendisinden sıkça bahsettiği anlamına geliyordu.

Emre yüzünü uzun saçlarının ardına saklamış sessizce oturuyordu. Bora onun hiç konuşmadığını söylemişti. Ayça onun dilsiz olmadığını sezmişti. Konuşmaması bir tür tavır gibiydi. Önce Emre'nin obsesif olduğunu düşünmüş, sonra olayın bu kadar da basit olmadığına kanaat getirmişti. Görünürdeki tüm tuhaflığına rağmen Ayça Emre'den yana bir tehdit sezmiyordu.

Meryem, Ayça'nın tam karşısında, Selim ile Hakan'ın yanında oturuyordu. Ayça ona dair bir gariplik hissetmemişti. Aksine, Meryem ona çok tanıdık bir enerji yansıtıyordu. Çok eskilerden bildiği ama sonra unuttuğu birini hatırlatıyordu. Boya değmemiş uzun kumral saçları vardı. Şile bezi renkli kıyafetler giymişti. Bora'nın bu kıza neden kaçık dediğini anlamamıştı. Gereğinden fazla ciddi görünüyordu ve büyük laflar ediyordu ama Ayça, kızın ses tonunda kibir sezmemişti. Ne olduğu iddiasındaysa o iddianın arkasında durabilecek kadar güçlü görünüyordu. Bunun adı kibir değildi.

Acaba Bora ile nerede çatışmışlardı?

4 Ağustos 2011 Perşembe

Kulenin Hanımı

Akşamki tanışma partisi planlandığı gibi gerçekleşti. Ayça'nın hala sosyal olmak konusunda şüpheleri vardı ama bir yandan da ev halkını yakından görüp kuleye girip çıkanın kim olduğunu tahmin etme oyunu oynamak istiyordu.

Büyük, dikdörtgen masayı girişteki koca salona kurdular. Ayça, Bora'nın masanın etrafındakileri kuşku dolu bakışlarla süzdüğünü görebiliyordu. Kulenin zeminine çizilmiş pusula gülü ve takımyıldız sembollerini içlerinden hangisi çizmiş olabilirdi? Hayatında ilk kez gördüğü bu insanlardan biri kesinlikle kuleye girip çıkıyordu. Belki de orada bir takım ritüeller yapıyordu. Ve sonra yerleri temizliyordu. Yoksa ikiyüz yıl boyunca ayak basılmamış bir yerin tozlarla kaplı olması gerekirdi. Oysa ne yerde, ne de eşyaların üzerine bir zerre toz vardı. Biri kuleye çok çok iyi bakıyordu. Ama hangisi?

Bora, aşağı inmeden ev arkadaşları hakkında ufak bir brifing vermişti.

-Onur bizim fakülteden fizik'te asistan. Evdeki en mantıklı, en sağduyulu, en ayakları yere basan adamdır. Emre ressam. Hiç konuşmaz; garipseme. Biz dilsiz olduğunu düşünüyoruz ama Meryem ile konuştuğuna dair söylentiler var. Meryem tam bir kaçık. Hiçbir şey sorma, görünce anlarsın. Öykü ve Aşkın Yoga eğitmenleri; sevgililer. Selim heykeltraş, Hakan bilgisayar mühendisi. Bu ikisinin tek derdi karı kız. Şimdi sana da yazılacaklar ben de katil olacağım.
-Sen beni kıskanıyor musun yoksa?
-Yok artık! Adamlar sınır tanımıyor yahu. Cesaret etseler beni bile düzecekler. Seninle ilgili de fantaziler kurmalarına gerek yok.

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır VI

-Kulede olduğumu söylemeden önce bir şey daha dedim, hatırlıyor musun?
-Ne?
-Evi dinliyordum, dedim. Sen benim söz sanatı falan yaptığımı ya da delirdiğimi düşündün herhalde.
-Nasıl yani.
-Son derece aklı başında ve net olarak söyleyebilirim ki bu evde benimle iletişim kuran bir şey var.
-Ayça, anlayabileceğim şekilde konuş lütfen.
-Tamam şöyle anlatayım: Öğlene doğru uyandım ve gözüm tavan kapısına takıldı. O kapının kulelerden birine açıldığını biliyordum. Neden bir kule kocaman bir zincire bağlı üç ayrı kilitle korunur ki? Orada ne gizli diye kafaya taktım. Sen daha önce hiç merak etmedin mi?
-Ettim tabi ki. Eve ilk yerleştiğimizde biz de önce kulelere saldırdık. Ama anahtarı hiçbir yerde bulamadık. O kadar merak ediyorduk ki emlakçıyı aradık. Adam bize anahtarın kendisinde de olmadığını, kulelerde ne olduğunu bilmediğini söyledi. Bu konu onu ürkütüyor gibiydi. "O kuleler ev sahibeniz için kutsaldır, lütfen onu üzecek bir şey yapmayın" gibi garip bir şey dediğini hatırlıyorum... Ya Ayça, bir kere en başta neden kule? Hangi normal insan evine kule yaptırır?
-Bilemiyorum. Oraya nasıl girdiğimi hala merak ediyor musun?
-Evet, tabi ki.
-Kafayı tavan kapısına takmış öylece yatarken bir anda rüyadaymışım gibi böyle yankılı yankılı bir ses duydum. Hani filmlerde aydınlanma anları olur ya, onun gibi bir ses. Bir kadın sesiydi. Onu daha önce de duyduğuma yemin ederim. Hatta sanki ömrüm boyunca benimleydi ama bu kez benimle duyabileceğim kadar yüksek sesle konuştu. Bana anahtarların yerini söyledi. Kalkıp söylediği yere baktığımda üç tane bakır anahtar buldum.
-Ne yani kulenin anahtarları iki yüz yıldır bu evin içinde miydi?
-Pek sayılmaz. Yani evin içinde değildi. Aslında onlara ulaşmak için biraz cambazlık yapmam gerekti.

Bora'nın merakı gitgide artıyordu. Yeşil gözlerini kocaman açmış Ayça'nın ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu.

-Sesin söylediğine göre evin duvarında, odamın penceresinin tam üzerinde bir kuş yuvası varmış. Sabah sabah pencere pervazına tırmandım ve el yordamıyla kuş yuvasını aradım. Bu arada düşeceğim diye ödüm koptu. Yuvayı buldum ve ta daaa! anahtarlar onun içindeydi.

-İnanamıyorum Ayça! İşlere bak! İnanmıyorum ya!
-O halde canım benim, inanılmayacak ne çok şey yaşadığımızı unutmuşsun.
-Düşünsene ikiyüz yıldır ayak basılmamış bir yere ilk kez sen girdin. Mesela ev seni seçti diyebiliriz.
-Öyle olduğunu söyleyemeyeceğim.
-Nasıl yani?
-Oraya ikiyüz yıl sonra ilk giren kişi ne yazık ki ben değilim. İçinizden biri oraya benden önce girmiş. Hatta bunu pek çok kereler yapmış. Gel ve kendi gözlerinle gör.

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır V

O berbat sabahı ve takip eden geceyi Fethiye'de polis merkezinde geçirmişti. Sonra sabaha karşı o korkunç haberi aldı.

Ya Ayça yine...

Birden kapının arkasından Ayça'nın sesi duyuldu.
-Sakin ol, buradayım. Geldim.
-Bu kadar saattir ne yapıyorsun sen?
-Evin hikayesini dinliyordum. Anlatacak öyle çok şey var ki.

Bora'nın yüzü kıpkırmızıydı. Neredeyse ağlayacak gibiydi. Ayça'nın sağlıklı, pırıl pırıl ve o günden sonra ilk kez içtenlikle gülümseyen yüzünü görmüyor, bir yıl önce sedyeyle yanından geçerken gördüğü kireç beyazı yüzü ve ardına kadar açık gözlerinin anısı ile boğuşuyordu. Kızın yüzüne daha fazla bakamadı. Gözlerini sımsıkı yumdu. Gözyaşları yanağından aşağı süzüldü.

Ayça "Bora!" diye ciyakladı. Yanına gidip ona sarıldı. Islak yanaklarını öptü. -Sandığın gibi değil hayatım.

Bora'nın sesi titriyordu:
-Ben bütün gün seni bekledim. Sana seslendim. Neredeyse kapıyı kıracaktım. Neden kapıyı açmadın Ayça?
-Çünkü seni duymama imkan yoktu. Çünkü kuledeydim.
-Ben...yine beni terk edip gittiğini düşündüm. Gitmiş olmandan çok korktum.
Ayça Bora'nın yüzünü omzuna yasladı, onun gür, kıvırcık saçlarının arasına parmaklarını geçirdi ve kulağına fısıldadı:

-Ben buradayım hayatım. Buraya senin yanında yaşamaya geldim. Senden uzakta yeniden çıldırıp ölmemek için geldim. Bundan sonra bir yere gidilecekse beraber gideceğiz, anlıyor musun?"

Bora aniden doğruldu. Şişmiş gözlerinin üzerindeki düz birer çizgi olan kaşlarını merakla havaya kaldırdı:

-Sen az önce kuledeydim mi dedin? Oranın anahtarı ev sahibinden başka kimsede yok ve biz kendisinin nerede olduğunu bile bilmiyoruz.

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır IV

Uykusu telefon sesiyle bir kez daha bölündü. Sehpaya doğru bir hamle yaptı ancak çalan kendi cep telefonuydu. Uykudan uyandığını belli eden çatallı bir sesle "Alo" dedi. Karşı tarafta Sevilay bağıra çağıra konuşuyordu.

-Bora! Ayça kayıp. Kız ortadan yok oldu. Çıldırmak üzereyim!
-Biliyorum. Ben şu an onun evindeyim. Geldiğimde kağı açıktı. Ve eşyalarının hepsi buradaydı. Yanına bir tek çantasını alıp çıkıp gitmiş. Cep telefonunu bile almamış.
-Sus ve beni dinle. Dün öğleden sonra beni aradı. Sesi ruh gibiydi. Öyle kötüydü ki tanıyamadım. "Sevilay, ben Fethiye'ye gidiyorum. Ne zaman dönerim bilmiyorum. Benden haber alana kadar sakın Bora'ya bir şey söyleme." dedi. Neden bilmiyorum ama çok endişelendim ve sana haber vermem gerektiğini düşündüm. Senin bilmeni istemeyeceği ne yapıyor olabilir ki?

Bora Fethiye'yi duyunca sersemledi. Rüya ile gerçek birbirine girmişti. Sonra aniden kendine geldi:
-Neden daha önce aramadın Sevilay? Ben saatlerdir burada bekliyorum.
-Dedim ya seni aramamamı söylemişti.
-Neyse sakin ol. Ben ilk uçakla Fethiye'ye gidiyorum. Nerede olduğunu tahmin edebiliyorum.

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır III

Bora kapıyı yumruklarken aklında tek bir şey vardı: Bir yıl önce Ayça'nın evine gittiği o lanetli gece. Her zamanki gibi habersiz gitmişti. Tam kapıya geldiğinde çarpılmışa dönmüştü. Ayça'nın evinin kapısı ardına kadar açıktı. Sehpanın üzerindeki telefonun ahizesi yerde duruyordu. Ayça'ya seslendi, yanıt alamadı. Tüm odaları gezdi. Evde kimse yoktu. Hırsız girmiş olabileceğinden kuşkulandı ama görünürde kayıp bir eşya yoktu. Ahizeyi yerine koyup saatlerce Ayça'yı bekledi. Ah olanları bir tahmin edebilseydi, ipuçlarını doğru birleştirseydi belki de o felaketleri hiçbiri başlarına gelmezdi.

Bora, Ayça'nın evinde meraktan kıvranırken en sonunda dayanamayıp insanları aramaya karar verdi. Önce Deniz'i aradı. Cevap yoktu. Sonra Ayça'nın -yeni- üvey annesi Sevilay'ı aradı. Yine cevap yoktu. Son bir umutla Ayça'nın dünya yok olmadan önce aramayacağını bildiği babasını aradı: "Şehir dışındayım Bora'cım. Ayça da yanımda değil. Bilirsin arayıp sormaz da..." Bora telefonu adamın suratına kapattı ve öylece kaldı.

Geçen sene bu zamanlardı. Bora Ayça'nın evinde bekledi...bekledi. Gece oldu, telefon bir kez bile çalmadı. Ayça eve dönmedi. Bora kanepeye uzandı ve kabus dolu uykusu ne zaman bölünse Ayça'yı başucunda bulacağını umdu. Bulamadı. Rahatsız uykusunun bir yerinde bir düş gördü: Fethiye...Ayça ve Deniz...ucu bucağı olmayan bir turkuaz...Deniz düşünde onu çağırıyordu.

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır II

Ayça eve girdiğinde şöyle bir etrafı süzmüş, sonra direkt yukarı çıkan merdivenlere yönelmişti. O sırada yemek yemekte olan ev halkına "Merhaba arkadaşlar, afiyet olsun." deyip yanıt bile beklemeden yukarı çıktı. Bora ona odasını gösterdi. Ayça Bora'ya sarılıp teşekkür ettikten sonra içeri girdi ve kapıyı kapattı. Bora'yı içeri davet etmedi. Yalnız kalmak istiyordu. Z adını verdiği günlüğünü açtı, bugüne dair notlar alırken uyuyakaldı.

Ertesi gün öğlene doğru Bora Ayça'nın kapısını hafifçe tıklattı. Uyanık olup olmadığını bilmiyordu. Bu yüzden içeriden ses gelmeyince fazla ısrar etmedi. Bir saat sonra Ayça hala gözükmeyince şansını bir daha denedi. Yine içeriden ses gelmedi. Kapısı da kilitliydi. Dışarı çıkmış olabileceğini düşünüp ev arkadaşlarına sordu. Kimse onu görmemişti.

Olumsuz düşünmek istemiyordu. Normalde insanlar bu saate kadar uyumazdı ama Ayça çok yorucu günler geçirmişti, ağır ilaçlar kullanmıştı. Çocukluğundan beri uçağa binmeyi sevmediği için İstanbul'dan İzmir'e 9 saat boyunca otobüsle gelmişti. Belki o kadar yorulmuştu ki hala uyuyordu.

Bora bu düşüncelerle içini rahatlatmaya çalışarak dışarı çıktı. Akşama Ayça için bir tanışma partisi vermeyi planlıyordu. Onun için alışveriş yaptı. Bolca alkol ve yemeklik malzeme aldı. Eve gelince tekrar Ayça'yı sordu; hala ses yoktu. Mutfağa girdi ve yemek yapmaya başladı. Birkaç meze hazırladıktan sonra yavaş yavaş yükselen endişesi dayanılmaz hale geldi. Hava kararmıştı fakat Ayça'dan hala ses yoktu. Bu saatte de uyuyor olamazdı. Önlüğü çıkarıp tezgaha fırlattı ve yıldırım hızıyla yukarı kata çıktı. Bu kez de içeriden ses gelmezse kapıyı kırmakta kararlıydı.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Tebdil-i Mekanda Tuhaflık Vardır

Ayça hastaneden çıktığından beri Z adını verdiği bir günlük tutuyordu. Neden Z olduğunu kendisi de bilmiyordu. İçinden öyle gelmişti. Daha sonra Buca'daki eve ilk gelişi ile ilgili Z'ye şunları yazacaktı:



Canım Z,

O kapının önünde dikilmiş Bora'nın park etmesini beklerken yeniden mantık dışı olaylar yaşamaya başlamama yalnızca bir iki adım ve bir eşik kaldığını sezdim. Yağmurda ıslanıyor olmam umurumda bile değildi. İnsan, yaşamının bir bölümünü geride bırakıp diğerine adım atmak için her zaman çok hevesli olmayabiliyor. Bora da sanki içinde bulunduğum ruh halini okumuş gibi park etme işini epey ağırdan aldı.

Evin kanatlı kapısının üzerindeki pirinç kapı tokmağına dokundum. Aldığı darbelerden dolayı epey bozulmuşsa da yapraklarla kaplı bir erkek yüzü hala seçiliyordu. Bu sembol içimde bir yerlere dokundu ama adlandıramadım. Belki zamanla gizemi açığa çıkar.

Neyse kapının önünde, yağmurun altında uzunca bir bekleyişten sonra nihayet Bora geldi ve kapıyı açtı. İçerisi beklentimi hayli aşıyordu. Basit, eski bir öğrenci evi bekliyordum ama burası kelimenin tam anlamıyla orijinaldi. İçeri girmek, zaman makinasından geçen yüzyıla çıkmak gibiydi.

Kapı geniş bir salona açılıyordu. Eşyalar alabildiğine eski, fakat pırıl pırıldı. Yüksek tavandan muhtemelen evin ilk sahibinden kalma dev bir avize sarkıyordu. Üst katlara geniş, spiral bir merdivenle çıkılıyordu.

Dışarıdayken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı eklemeliyim. Evin çatısında iki tane minik kule var. Karanlıkta yanlış gömediysem bu kulelerden birinin üzerinde hani şu filmlerde olan horozlu rüzgar güllerinden var. Bora nihayet arabayı park edip geldiğinde "Bir gargoylleri eksik" dedim Kulelerin etrafına gündüz gözüyle bakarsam onları görebileceğimi söyledi.

Yok artık gotik bir filmin içindeyim.

Nerede kalmıştım...içeridekilere kısaca bir merhaba deyip odama çıktım. Bu akşam kimseyle tanışmak istemiyorum. Yarın belki isterim. İçinde bulunduğum odayı da anlatmak isterdim ama uyku basıyor. Daha fazla yazamayacağım. Sanki tanıdık bir ses kulağıma bir ninni fısıldıyor.

Uyumalıyım.

2 Ağustos 2011 Salı

Girizgah III

"Bana evden söz etsene. Huzurlu bir yer mi?"

Bora bir süre düşündü. O korkunç olaydan ve Ayça'nın hastaneye yatmasından sonra bir süre yalnız kalarak huzur aramıştı. Ancak böyle bir durumda huzurun kendini delirtmek ile eş anlamlı olduğunu anlaması kısa sürmüştü. Böylece tek başına kiraladığı daireden ayrılıp daha kalabalık bir eve taşınmıştı. Bir felaketin ardından gelen yalnızlık, insana atlatmaya çalıştığı üzüntüleri tekrar tekrar düşünmek için bol bol zaman yaratır; oysa Bora ayakta kalmak için kaçmalıydı. İnsanların arasına karışıp unutmalıydı.

"Eski bir ev..." diye söze başladı. "1800'lerde bir İngiliz tarafından yapılmış. Fakat içinde çok az yaşanmış ve terk edilmiş. Derken ev sahibimiz olan hanım bu evin peşine düşmüş. Uzun bir süre evin varislerini aramış. En sonunda İngiltere'de bir aile bulmuş. Evi onlardan satın almış, restore ettirmiş. Fakat elde etmek için bu kadar uğraştığı bu evde o da pek fazla yaşamamış. Şu anda nerede olduğunu bilmiyoruz. Bizimle temsilcisi olan emlakçı muhatap oluyor. Sen evin o kadar peşinden koş, İngiltere'lere git, sahiplerini bul, paralar dök, restore ettir, sonra odalarını öğrencilere kirala. Böyle garip gurip hikayeleri var evin."

"Odaları mı? Kaç kişi kalıyor evde?"

"Sekiz. Seninle birlikte dokuz olacağız."

"Yapma Allah aşkına! Yağmurdan kaçarken doluya mı tutuldum desem güvendiğim dağlara karlar yağdı mı desem bilemedim."

Bora sinirli bir kahkaha patlattı: "Doluya tutulduğun bir gerçek yavrum. Baksana nasıl da yağıyor Allah'ın cezası."

Bora, camları döven dolu tanelerinin gürültüsünden Ayça'nın somurtarak verdiği yanıtı anlamadıysa da devam etti. "Ama burada güvenebileceğin bir tepe var aşkımın tomurcuğu. Ve o tepe karsız iklimleri sever."

Girizgah II

Ayça, dişlerini gıcırdatıyor olduğunu, Bora'nın sesiyle an'a döndüğünde fark etti. "Evi çok beğeneceksin. Eşyaları elimizden geldiğince yerleştirdik. Büyük olanları tabi... özel eşyalarına dokunmadık. Ayrıntılarla sen ilgilenirsin artık."

Ayça saatlerdir ilk kez gülümsedi. Bora'nın boynuna sarılıp yanağından öpme istemiyle bir hamle yaptı ancak emniyet kemeri kilitlendiği için sadece elini ellerinin arasına alabildi. Hayattaki en yakın dostu, ne olursa olsun yanında olacağını bildiği tek kişiydi o. "Sağol hayatım, çok sağol." dedi kısılmış sesiyle.

Yağmur öyle güçlü yağıyordu ki araba saatte ancak 30 km hızla ilerleyebiliyordu. Bora, Ayça'nın elini bırakıp upuzun, nemli, kumral saçlarına dokundu: "Bir an önce eve varıp sana kuru bir şeyler giydirelim. Saçlarını da kurut, sinüzitin azmasın." Ayça yüzüne kırık bir gülümseme yerleştirmeye çalışıp başını yine pencereden yana çevirdi.

Camı kaplayan kalın yağmur tabakasının ardından okuduğu üniversiteyi hayal meyal görüyordu. Dokuz Eylül Üniversitesi, Kaynaklar Kampüsü binalarıydı bunlar. Burası üç yıl önce mezun olup gittiği, şimdi ise geri dönmek istediği yerdi. Bir zamanlar burada mutlu olmuştu. Şimdi geri dönse o mutluluğu tekrar yakalar mıydı? Her şey eskisi gibi olur muydu? Bora olanları atlatmış görünüyordu. Hatta mutlu olduğu bile söylenebilirdi. Demek kendisi için de hala bir umut vardı.

Girizgah

"Evi çok beğeneceksin."

Çevre yolundaydılar. Otobüs terminalindeki hoşgeldin/hoşbuşduk lakırdısından beri Ayça'nın ilk algıladığı sözcüklerdi bunlar. Belki Bora başka şeyler de söylemişti ama Ayça duymamıştı. Terminalde kısaca selamlaştıktan sonra dümdüz bir suratla arabaya yönelmiş, sağ koltuğa oturmuş, emniyet kemerini takmış, her zaman yaptığı gibi emniyet kemerinin ani bir çarpmada kilitlenip kilitlenmeyeceğini denemek üzere üst tarafını bir kaç kez çekiştirmiş ve arkasına yaslanıp dalıp gitmişti. Başı sağ pencereye dönüktü. Yağmur damlalarının minik şelaleler halinde camdan aşağı akışını izliyordu. Böyle boş bulunduğu zamanlarda özenle sakladığı, anımsamaktan acıyla karışık haz duyduğu görüntüleri bir kez daha aklından geçirmişti. Çünkü o görüntüler öfkesini taze tutuyordu. Öfke, şu an yaşam enerjisi ile tek bağlantısıydı.

Babası, annesinden sonraki üçüncü eşi olan Sevilay'ı kimbilir hangi barda tavladığı kız ile kimbilir hangi tatil beldesinde aldatmaktaydı. Bu yüzden muhtemelen ne Ayçanın hastaneden çıkışından, ne de hemen sonrasında babasının şirketini alt üst edip kırk kişiyi cehenneme yollayacak kadar lanet okuyup "Ben Bora'nın yanına İzmir'e taşınıyorum. Beni sakın arama." diye not bıraktığından haberi vardı. Birkaç saat içinde ofiste ve malikanede kendine ait olan ne varsa paketleyip kargoyla İzmir'e yollamıştı bile.

Sonra annesi aklına geldi. Ayça henüz küçük bir çocukken evi terk eden annesi, Sevilay'ın söylediğine göre geçen sene Kaliforniya'lı bir üniversite öğrencisinden evlilik dışı bir çocuk doğurmuştu. Evi terk ettiğinden beri sesini 7-8 kere duyduğu annesine o kadar da öfkelenmemesinin tek nedeni, babasının adilikleri sonucu bunalıma girip çok daha manyakça hareketler yapan başka kadınlar da tanımış olmasıydı.

Ayça İstanbul'dan otobüse binmeden önce Sevilay'a kendisiyle gelmesi için adeta yalvarmıştı. Sevilay: "Hayır şekerim, ben burada kalıp o pezevengin hakkından geleceğim. Sen beni hiç merak etme." diye cevap vermişti. Sevilay bir anda Ayça'nın gözüne çok güçlü görünmüşse de Ayça bu konuşmanın ardından bir burukluk hissetmişti. Sanki Sevilay'ın öfkesinin altında, önceki kadınlarda da duymuş olduğu tanıdık bir tını vardı. O kadınların hepsini delilik sınırına getiren, bir daha da iflah olamamalarına neden olan o his: Dünyanın en benmerkezci ve kibirli adamına duyulan aşk.


...